3 Aralık 2010 Cuma

Birşey Kaldı Gecelerden Birinde Senden...

''Bir şey kaldı gecelerden birinde senden
 Öncesinde bilinmemiş bir şey''

Hangimiz de kalmıyor ki? Bayramda gördüm özellikle bu ilk iki satırına  takılıp kaldığım mezartaşını,  ne kadar da basit ,yalın ve yumuşak görünüyor okuduğunuzda hayatın en acı tokadıyla karşılaşma anı..

Mezartaşları hep ilgimi çeker gözüm takılır mezarlık ziyaretlerinde, geride kalanların duygularını, yaşadıklarını yansıtır kimi zaman aynen bu resimde olduğu gibi, baksanıza çiçeklerin güzelliğine tazeliğine belli ki çok sık ziyaret ediliyor belki de hergün , o papatyalar ,laleler acaba ellinci, yüzüncü veya beşyüzüncü ziyarette mi konuldu bulundukları yerlere? O papatyaların herbirine hangi özlemler, yaşanmamışlıklar , keşkeler eklendi acaba ? O Mermerin şıklığına, parlaklığına baktığında insan kabul edemiyor,yakıştıramıyor orada cansız bir bedenin yattığına  ,sanki bir sergide,galeride hissi veriyor adeta..

Belki onlarca yüzlerce ziyaret daha olacak, bi o kadar da farklı çiçekler olacak o mezarın etrafında, ,İbrahim anne babasının ölümsüz çiçeği olarak yaşıyacak ,insanın okurken yüreğine oturan cümlelerle vermişler  zaten  suyunu, güneşini,havasını o mezara da çiçeklere de sonsuz kadar solmaması için.

Ben de on sene tanışmıştım o silinmez sesle annemi kaybettiğimde,herşeyi bildiğini zanneden biri için nasıl da yepyeni bir şey olarak çıkmıştı karşıma bu acı, tarif et anlat desen susmak ve boş boş bakmaktan başka bir şey yapamamanın çaresizliğidir  belki de sadece anlatılacak olan..Yok ki karşılığı, bildiğin hiç bir kelime, kavram anlatamıyor hislerini o anda..

Ne garip yeni baba olan birine nasıl birşey babalık duygusu diye sorduğunuzda çok klasik cevaptır, ''anlatmak mümkün değil yaşamak lazım'' der gözleri ışıl ışıl taze baba...

Ölüm öyle mi ya,mümkün mü ne hissettiğinizi haykırmak, belirtmek için karşınızdakine '' anlatmak mümkün değil yaşamak lazım'' demek içinizi karanlıkta açık denizde giden bir gemi sessizliği kaplamışken. ''Yaşaman lazım'' bu iki kelime doğuma ne kadar yakışıyorsa ölüme ne kadar da itici geliyor di mi?

Aslında o bilinmeyen, tarifsiz şey hep kalıyor yaşıyor sizle birlikte, bazen kulağınızda canım oğlum şeklinde bir fısıltı, bazen sizin için dökülen bir çift gözyaşı, bazen mutfakta koşuşturan bir gölge, bazen de kan kusarken kana kana içilen kızılcık şerbeti şeklinde..

Ama yine öncesinde hiç tanışmadığınız, bilmediğiniz bir istekle o gecelerden kalan bir sesin sonsuz dek size eşlik etmesini , hiç susmamasını istiyorsunuz..

29 Kasım 2010 Pazartesi

Kurgunun Gerçeğinden Daha Hakikat Olduğu İlişkiler

Çok karışık gibi görünen bu başlık aslında etrafımızda gördüğümüz birçok ilişkinin mottosu olmaya ne kadar da yakışıyor..

Bu ilişkilerin içindeki biçilen rollere soyunan kadını ,erkeği nasıl da kandırıyor kendini ve diğerlerini oscara aday performanslarıyla , kendileri olmadıklarını bildikleri halde sadece çemberin dışında kalmamak için nasıl da tüm fiillerin mış gibi ve muş gibi hallerini  sergiliyorlar..Yalnızlığın ,özgürlüğün keyfini çıkarmak nasıl da bir korku filmi efekti yaratıyor kafalarında hep..

Genelde yemeğe gittiğimiz yerlerde rastlarız onlara ,düşünce balonlarında birini bulsamda kurtulsam şu karşımdakinden senaryosu içinde ya sessizliklerini  ya da tükenmiş dialoglarını  tabaklarında kalan lokmaları çatalla oyanayarak veya sağa sola bakarak bertaraf etmeye çalışırlar, ama cesaret edemezler hiç bir zaman yeter be diyerek mekandan hızla uzaklaşmaya veya ben bu değilim itirafını yapmaya..

Genelde saatin alarmını kurar gibi yaşarlar ilişkilerini bu gruptakiler, formatlanmış ilişki çerçevesinde bir sonraki adım bellidir hep onlar için, hep cici çocuk hep cici kızı oynarlar, hep bi sorumluluk vardır o ilişkinin içinde ,çevreye karşı ,aileye karşı ,topluma karşı , mutsuzluk manifestosu başucu kitabıdır adeta..Bağıra bağıra küfür etmenin, edepsiz dialogların hayatlarında hiç yeri yoktur , İlişkilerin beyaz yaka çocuklarıdır onlar...

Keşkelerin en güzel halleriyle kullanıldığı ilişkiler öylemidir halbuki, keşke ama keşke şu an yanımda olsa diyerek yanınızda olması için yaptığınız sahici eylemlerinizdir yaşadığınızı gerçek kılan..Mesafeler tanımadan bir alo sesi için tüm şartları zorladığınız anlardır hissettiklerinizi anlamlı kılan..

Dumanı hep tüten heyecanlar ilişkinin aort damarlarıdır , ayrıldıktan sonra bile gözünüzün önüne gelen ve içinizi üşüten bir gülümsemedir hayatınızda keyif katan, hep ararız o heyecanları ,geçmişe zaman zaman saplantılı bir şekilde bağlanıp kalmanın emarelerdir aslında bunlar..Bazen yeni yüzler geldiğinde karşınıza aslında eskiyi daha çok aradığınız olmaz mı sizinde? Ya da sadece aklınıza gelen o ışıltılı parıldayan gözler , içten olduğunu dibine kadar bildiğiniz sevgi dolu bakışlar için bir amok koşucusu şuursuzluğu ile davranmaz mısınız? 

Ya özgür kalmak, ya da gerçek olmak, denklem bu kadar basit aslında..

28 Kasım 2010 Pazar

Sukutun Altın Olduğu Zamanlar...

Bazen aşklar sessizlikle devam eder , her iki tarafta aşkını devam ettirmek için  içine atar her şeyi..
Öyle bir süreçten geçiyoruz sevgimiz sonsuza dek olduğu için, kızsakta sinirlensekte başka GALATASARAY yok bunu biliyoruz , bu da gelir geçer diyoruz, daha önce 14 sene şampiyon olamadan geçtiği gibi, sözcükler sözlük anlamını yitiriyor böyle zamanlarda , öyleyse sukuttur bize yakışan şu anda ....iyi günde kötü günde hep seninle...bu değil mi zaten gerçek aşkın anlamı?

19 Kasım 2010 Cuma

Küçük Sandallar Sergisi








Ildırı

Alaçatı'dan direksiyonu Paşalimanı'na doğru kırdıktan 15 km sonra kucaklıyor sizi Ildırı'nın güneş ışıklarının gölge oyunları yaptığı denizinin üzerindeki domino taşları gibi sağa sola dağılmış rengarenk sandalları..

Sanki herkes balıkçılıkla uğraşıyormuş gibi bir hava var her yerde, nereye baksanız ya balık lokantası , ya  kafasında eksik etmediği beresi ve ağzında sigarasıyla ağ atan balıkçılar,ya da su ürünleri kooperatifi.. Ama meydandaki kahvede yanyana dizilmiş sandalyelerde caddeye sabit  bakarak çayını içenleri görünce de slow citta kategorsinde Seferihisar'a rakip geliyo galiba diye düşünmeden edemiyor insan..

Ama ben balık istemiyorum derseniz buyrun Turkuvaz cafe'ye, meydana inmeden sol tarafta tepenin başında muhteşem manzarasıyla buyur ediyor insanı içeriye.Hiç menüyle filan uğraşmayın doğrudan patatesli  kaşarlı gözlemenizi sipariş edip çayınızı da yudumlamaya başladınızmı eski yunan 'da veya batı roma imparatorluğundaki hedonist anlardan birinde hissedebilirsiniz kendinizi..

Gelince bu taraflara kırın siz de direksiyonu pişman olmazsınız...

18 Kasım 2010 Perşembe

Kalbim Sonsuza Kadar Senin Olsun

Seven Pounds

Uzun zamandır birine aşık olmamışsınız birine kalbinizi vermek istiyorsunuz, onun da aynı zamanda kalbini size vermesini istiyorsunuz...Veriyor da ama mecazi anlamda değil gerçek anlamda..Ne kadar yaşayacağınız belli değil belki bir hafta belki bir ay ama aşık oldunuz kalan süreye aldırmadan hayatınızın ne kadar değiştiğini görüyorsunuz, her saniyenin önceki yaşamınızın her yılına bedel olduğunu hissediyorsunuz,hatta  hayatınızı değiştiren insanın da hayatı değişsin diye kendinize bile itiraf etmekten korktuğunuz bir gerçeklik içindesiniz ve değişiyor o insanın da hayatı hem de sonsuz dek....

Aşkın,iyiliğin,şefkatin doruk yaptığı , suçluluk duygusunun bir insanın hayatının rotasını nasıl yörüngesinden çıkarttığına göz pınarlarınızdan süzülen yaşlarla tanıklık edebileceğiniz bir film Seven Puounds..

Sevginin sınırlarının ne olabileceğini , başka yaşamları mutlu sona ulaştırmanın kendi yaşamınızdan  ne kadar daha  değerli olabileceğini ve fedakarlık sınırlarının bazen mutluluk bazen de hüzünle nasıl aşılabileceğini  ve bu kadar da olmaz dediğiniz anda bu kadar da olurun gerçeğe dönüştüğünü göreceğiniz bir film Seven Pounds...

Ne tuhaf böyle filmler seyredince veya gazetede benzer bir habere rastlayınca bu duyguları hatırlıyor ve şaşırıyor insan, hep mi böyleydik yoksa değişen dünya mı bizi böyle yaptı? Daha acısı biz böyle olmaması için ne yaptık acaba?

At sineklerinin verdiği rahatsızlık gibi herkesin zaman zaman kendi hayatını sorgulayarak kendine rahatsızlık vermesi gerekiyor belki de...

Neyse filmi seyredin kendiniz karar verin......

14 Kasım 2010 Pazar

Şimdi Bize Kaybolan Yıllarımızı Verseler...

Kaybolan üç yıl önemli mi ,önemli tabi ki Türkiye'nin futboldaki  en büyük markası olacaksınız,dünya sizi tanıyacak ama üç senedir ne ligde ne Avrupa'da varsınız,her takım zaman zaman böyle düşüşe geçer , daha önce 14 sene şampiyon olmadan da hayat devam etti, Inter çok uzun seneler şampiyon olamadı ama son 4 senedir şampiyonluğa abone.Bunların hepsine okey demek her ne kadar içimizi acıtsa da yine de kabul ama bir tek şeyi kabul etmek mümkün değil. GALATASARAY 'ın büyüklüğünü ,ismini taşıyamayacak o insanların bu formaya ,bu kulübe hizmet etmesi.

Taraftar gerçekten üç senedir ciddi sabır gösteriyor hep daha iyi olacak diye artık bugün patladı ASY'de, aslında bu maçın analizi için farklı bir yazı yazmıştım ama ikinci golle birlikte yırtıp attım. Kabul edemiyorum bugünkü  gibi sahadaki o mücadeleyi, kabul edemiyorum o Avrupayı titreten  takımın bugün adı sanı duyulmayan köy takımlarına elenmesini ... Gitsin bu takımdan Misimoviç,Elano gibi ruhsuzlar, Insua, Ali Turan, gibi beceriksizler ..

Tek isteğimiz var o da 2000 ruhunun geri gelmesi....

8 Kasım 2010 Pazartesi

Alem Buysa Kral Sensin..

Yıl 1996 ya da 1997 filandı sanırım, Galatasaray'ın arka arkaya gelen şampiyonlukları ve Avrupa'da aldığı başarılı sonuçlarla birlikte Mahsun Kırmızıgül başlıktaki bu şarkıyla sürekli olarak Kral TV'de görünüyor hatta şarkısı maçlarda tezahürat olarak söyleniyordu. Diyarbakır'dan çıkan saf Doğu delikanlısı ,üzerinde çizgili takım elbisesi, fönlü saçları ve yanık bir sevda hasreti katılmış sesiyle bir anda meşhur olmuştu.

Yıl 2010 Mahsun'un en son filmi 5 Kasım itibarıyla vizyona girdi.Geçen 6 aylık dönemde gittiğim birçok filmde fragmanına rastladığım New York'ta 5 Minare sezonun merakla beklediğim filmlerinden biriydi.Cumartesi günü seyrettikten sonra bir kez daha takdir ettim Mahsun'u. aynen Beyaz Melek ve Güneşi Gördüm'de ettiğim gibi...

İlk filminde seyredenleri hıçkırıklara boğmuştu, Güneşi Gördüm 'de ise o muhteşem senaryo ve  heyecanı bir an düşmeyen sahneleriye nefes kesti, son filminde de her ne kadar eleştirilse bile doğru mesajları yüksek prodüksiyon kalitesi ve zaman zaman izleyiciyi içine alan belgesel tadındaki görüntüleriyle ustalığını perçinledi.

Ne yazık ki filmden çıkarken hala bazı insanlar hala herif kıro mıro ama güzel film yapıyo diyolardı , Allaahım bu nasıl bir övgü cimriliği ve önyargı bombardmanıdır.Neden Türk insanı bu kadar kalıplardan oluşan kapkalın camlarla bakar ve güzellikleri görmez de hep bi kusur arar? Ayrıca neye göre kıro? Adam zaten ne geldiği yeri inkar ediyor ne de kendini farklı göstermeye çalışıyor, aksine yıllar içinde kendine yatırım yapa yapa inanılmaz bir gelişim gösteriyor ve bugün yaptığı filmleri yurt dışına satılıyor festivaller de gösteriliyor.

Kişiliğine, yaşamına baktığımızda da ne kimseyle ters düşmüş, ne  başkalarının ekmeğiyle oynamış, ne de sansasyon peşinde koşmuş , sadece ve sadece işine odaklanmış tüm birikimlerini belki de riske sokarak bu filmlere yatırmış, ve o Kral TV görüntülerinden Maldivler'de dalışa giden birisine dönüşmüş , özel hayatında da doğru dürüst ilişkiler yaşamış...

Filmin senaryosu Güneşi Gördüm kadar kuvvetli olmasa da muhteşem çekimler özellikle zikir sahnesi bence çok etkileyiciydi. İnsan da o an filmin içinde olma isteği uyandıran İstanbul ve New York manzaraları ve bence filmi duygusal bir finale bağlayan sürpriz sayılabilecek son filmin diğer artılarıydı.Ama Haluk Bilginer'in muhteşem performansını atlamamak lazım sanki karşınızda günlük hayatta biri varmış ve siz de bişeyler söylemek istiyorsunuz gibi katıyor o tüm konuşmaların içine..

Devam Mahsun devam dördüncü filmin için de arayı fazla açmadan devam..Kim ne derse desin sen yoluna bak ''Alem buysa kral sensin''

7 Kasım 2010 Pazar

Kaf Dağı Müsade Ederse...

Bu akşamki maçın ardından şampiyonluktan bahsedebilmek çok daha fazla zorlaştı, kısacası Kaf Dağı'nın ardındaki umut için o dağ nasıl aşılacak ben de merak ediyorum.

Maç içindeki iki pozisyon aslında bu akşamın kaderini değiştirdiğini söyleyebiliriz. İlki Servet'in rahat ve kolay olanı yapmak varken  anlamsız bir özgüvenle yeteneklerine ters bir harekete kalkışması, ikincisi de inanılmaz yerlerden sürpriz vuruşlar çıkaran Pino'nun bir anlık zamanlama hatası sonucu ortaya çıkan ıskası. 

Galatasaray bu akşam kötü mü oynadı? Hayır, Peki iyi mi oynadı ? Ona da Hayır. Oyun aslında aynen Fener maçındaki gibi orta sahanın rakibe olan baskısı ve oyunu domine etmesi ile başladı ve bir süre de başarılı bir şekilde devam etti.Ama maalesef orta sahada rakipten kapılan topların hücüma doğru bir şekilde taşınamaması ve bunun sonucunda da kaleci antremanı şeklinde yapılan ortalar dışında hücümda tehlikeli olabilecek aksiyonlar geliştirilememesi zaten golün sadece duran toplar veya bir karambolden ancak gelebileceği mesajını verdi.

Misimoviç yine ruh gibiydi maça hiç bir katkısı yoktu, Elano  ise idare eden bir şekilde maç bitse de gitsek havasındaydı, orta sahada da Ayhan dışında Cana ve Sarp'ın ancak kesicilik ve oyun bozma yönlerinin ön plana çıkması ve hücuma sadece Ayhan'ın katkıda bulunmaya çalışması kısır oyunun sebeplerinden bazılarıydı .

Sonuç olarak bu sene Hagi'nin sistemini oturtma senesi olarak geçecek gibi görünüyor ama yapılan transferlerdeki hatalar devam ederse gelecek sene de kayıp hanesine yazılabilir, umarım gereken dersler çıkarılmıştır

3 Kasım 2010 Çarşamba

Sonbahar'da Alaçatı ve Ala Otel

Yaz boyunca arnavut kaldırımı sokakları topuk seslerine alışkın olan Alaçatı sokakları Ekim sonunda sessizliğinin keyfini sürüyor... İnsanın içini ısıtan ve aynı zamanda tembelliğe motive eden güneş ışıkları kahvaltımızı yaparken, adeta hiç gitmeyin hep burada kalın diye baştan çıkartıyordu...


Bu provake edici fikirle sanki hipnotize olmuş gibi masadaki kahvaltılıkları bir yandan süzüyor hatta reytingliyorum, sıcak simit, ezine peyniri ve tavşan kanı çaydan oluşan trio başlı başına seratonin pompalarken uzaktan bastonunun desteği ile yürümeye çalışan ve ismini sonradan öğrendiğimiz Saniye Teyze'nin söylene söylene bize yaklaştığını gördüm. Her ne kadar kendi 60 yaşında olduğunu iddia etse de 80 den aşağı olmadığı her halinden belli olan Saniye Teyze, hayatının kısa bir özetini yapıp yanlızlığından yakındıktan sonra, elindeki ekmek torbası ile söylene söylene yoluna devam etti.


Bu tip tatillerin en güzel taraflarından biri yaptığınız her planın yine tembellik üzerine oluyor olması aslında... O muhteşem kahvaltı sonrası hadi şimdi de gidip İmren'de sakızlı kahve ile devam edelim gibi mesela...


Sonbahar'da Alaçatı'nın geceleri de tabi yazın curcunası ile karşılaştırıldığında sanki yaşamın medcezir yansıması gibi, o kalabalıkları okyanusun suları gibi düşünürsek çekilme sonrası ortada kalanlar tüm detayları ile gözünüze çarpıyor... Tek tük açık restoranlar, sokak kahvesinde maç seyreden yerel halk (ki Galatasaray-Antalyaspor maçını biz de orada seyrettik), her beldenin tapusuz sahipleri olan sokak kedi ve köpekleri ve az da olsa bu kısa tatili fırsat bilip gelenlerin yoğunlaştığı 15 Eylül ve Nars'ın şarap peynir kombinasyonlu masaları...


Daha önce keşfetmediğim Alaçatı'nın renkli pazarı ise bu tatilin bonusu oldu aslında. Tezgahların o albenili görüntüleri ve o tezgahların adeta tiyatro sahnesinde kendilerine verilen rolleri oynuyormuşcasına rahat ve sıcakkanlı sahipleri gezmek için girdiğimiz pazar meydanını alışveriş festivaline çeviriyor bir anda.


Alaçatı'nın sonbaharında geçen ve iz bırakan bu iki günün başrolünde ise Alaçatı'nın en yeni, en cool ve davetkar oteli Ala Otel vardı. 2010 yazının Haziran sonuna doğru açılan otel, kalanlara butik otelde konaklamanın keyfini sonuna kadar yaşatıyor. Mimarisine yansıyan tasarım zevki, otelin çeşitli yerlerinde karşınıza çıkan ve belirli bir gustoyu barındıran egzotik objeler (bu objelerin Uzakdoğu'nun neredeyse tamamının taranarak getirildiğini belirtmeden geçemeyeceğim) ve tüm personelin güler yüzlü hizmetten taviz vermeyen görüntüsü, içinizi ''iyi ki burdayım!'' hissiyle dolu bir huzura bırakıyor.


Dönüş saati yaklaştıkça öğlen güneşi sıcaklığını artırıyor, inatla biraz daha kalmamız için meydan okuyordu...








                                     
                                          

















1 Kasım 2010 Pazartesi

Biraz Daha Sabır..

Fener maçındaki mücadeleci futbol sonrası  aslında bu haftasonu Antalya karşısında takımın ne yapacağını, nasıl bir futbol sergileyeceğini hepimiz merakla bekliyorduk.

Öncelikle birşeyin altını dikkatlice çizmek lazım. Arda,Baros,Kewell,Elano ve Ayhan..Galatasaray'ın ideal 11 inde en az dördünün olduğunu düşünürsek (hatta ufak bir taktik değişiklikle beşi bile olabilir) takımın ciddi anlamda aslarından yoksun bir şekilde sahada mücadele ettiğini görmemiz lazım. Dolayısıyla yapılacak eleştirilerde bu tolerans payını atlamamak lazım. Gerek geçen haftaki oynanan oyunu düşündüğümüzde gerekse de pazar günü ASY'de ki oyun kurgusunu analiz ettiğimizde Hagi'nin yeni Galatasaray'ının Inter yolunda olduğunu hissediyorum.

Aynı savunma düzeni, orta sahadaki Cambiasso ve Stankoviç'li baskılı ,sert ve forvete destek veren oyun dizilişini uygulamaya çalışan  Ayhan,Sarp ve Cana'lı rakibe top yaptırmayan baskı ve özellikle Maicon'lu kanat bindirmelerini  anımsatan Sabri'li hücum varyasyonlarını  içinde barındıran bir taktik anlayış yeni Galatasaray'ın yüzü olacaktır diye düşünüyorum. 

Tabi ki yine yenen gol sonrası oluşan kısa süreli panik ve kalemizde gelişen tehlikeli akınlar yüreğimizi ağzımıza getirdi ,ama defansın eskiye göre ne yaptığını bilen ve diri görüntüsü, savrukluktan uzak oyuna katkıda bulunma isteği (özellikle burada Servet'e ayrı bir parantez açmak lazım) ilerisi için daha da ümit veriyor.

Kasım sonundan itibaren de ideal onbire kavuşacağımızı düşününce ümitlerimiz artıyor, tabi bu arada umarım başka ciddi bir sakatlık yaşamayız. Aralık başında Ufuk,Sabri,Servet,Neill,H.Balta, Ayhan, Cana ,Arda,Baroş,Elano ve Pino onbiri ile sahada olacağımızı tahmin ediyorum, özellikle bu onbir de Arda'nın forvet arkası ve orta sahadaki Ayhan ,Cana ikilisinin önünde serbest oynayacağını düşünürsek bu sezon yaşadığımız gol kısırlığının da biteceğini düşünüyorum. Tabi en önemlisi Arda'nın bedenen oldukça sağlam dönmesi ve zihnen moralinin de yüksek olması . Kanatlarda zaman zaman Elano ve Pino'nun yerine Kewell düşünülecektir maçın taktiğine göre , ama özellikle Elano'nun genelde ikinci yarının ortalarına doğru yorulduğunu düşünürsek sık sık bu ikilinin yer değiştireceğini göreceğiz büyük ihtimalle. Pino eğer bu yakaladığı formu ve istikrarı sürdürürse kimsenin beklemediği şekilde takımın itici gücü olur bu sene.

Son olarak taraftarın da kendini bulması ve Hagi ile arasındaki sevgi bağının da etkisiyle Seyrantepe'de ikinci yarı bambaşka bir Galatasaray seyredeceğiz gibi görünüyor. Tabi öncesinde önümüzdeki zorlu Trabzon deplasmanı ve Kayseri maçlarını kayıpsız geçmemiz hem yukarılara tırmanmak hem de moral motivasyonunun üst seviyeye ulaşması açısından şart görünüyor..

Bu Nasıl Erkeklik?

Üç Ayrı Utandıran Örnek

Masanın üzerindeki saatini ve telefonunu aldı diye dava açmış Buket Saygı'nın sevgilisi.. Olayın olduğu gün şiddetli tartışma yaşayan ve tartışmanın sonrasında da bu suçlama ve mahkeme celbi ile karşılaştığında içi nasıl acır acaba bir kadının?

Aslında yukarıdaki iki cümlelik paragrafı bile okuyunca olayın nasıl geliştiği konusunda tahmin yürütebilir insan. Bir şeyler paylaştığı ,evini açtığı birisine karşı nasıl böyle bir suçlama yapabilir ve mahkeme de nasıl  bakabilir bir erkek o gururu kırık kadının yüzüne..

Hiç mi bir kadının kızgınlık dakikalarına rastlamamış bugüne kadar, hiç mi bir kadının çaresizlik içindeyken tamamen yaşadığı  zihnini,ruhunu donduran yoğun duyguların etkisiyle öfkesini bastıramamasına tanıklık etmemiş, bu kadar mı kolay savunmasız bir kadının tartışma veya kavga sonucu sadece o anki zarar verme isteğiyle şuursuzca yaptığı harekete karşılık gururuyla oynamak?..

Bırak geçsin öfkesi ,bırak durulsun o deli dolu dakikalar , zaten döktükçe gözyaşlarını derinden derinden elinde o saat ve telefon varken çıkarsın hırsını onları sıktıkça sıkarak ,onlarla bir davası yoktur sen le dir onun derdi,çözemezse de getirir geriye ,getirmezse de unut gitsin ,daha mı değerli onun yaşadığı her yerini kemiren ona bunu yaptıran travmadan...

Haklıyı haksızı konuşmuyoruz aslında bu olayda ,sonuna kadar haklıda olabilir haksız da tartıştkları kavga ettikleri konu neyse, Utandıran  sadece bir kadının gururunun gözyaşları dinmeden karşılaştığı hırsızlık suçlamayla yıkılan gururudur...

Bir başka örnek te aslında aylar önce basına düşen ama geçtiğimiz günlerde davanın sonuçlanmasıyla tekrar gündeme gelen sperm hırsızlığı konusu. Dava sonuçlanmış DNA sonuçları %99 çocuğun babası o erkekçik'in olduğunu kanıtlıyor ama hala ve hala kadını sperm hırsızlığı ile suçluyor utanmadan..ister dramatik diyin ister sözün bittiği yer diye tanımlayın..Bunu yapan kişi ayrıca bir Doktor !!

O bahsettiği hırsızlık gerçekleşene kadar gönderilen çiçeklerin, alınan hediyelerin ,yapılan kurların belki haddi hesabı yoktur, ne taklalar atılır ,ne şaklabanlıklar yapılır suça itmek için karşısındakini!! Çok merak ediyorum avukatı nasıl bir savunma hazırlayacak ,mahkemede nasıl savunacak mağdur! müvekkilini? Hangi şifreyi buldu da kasayı açtı ve bu soygun gerçekleşti? Vardır elbet bir izahı kafasında...

Koyun o kadının yerine kendinizi, hayatla ilgili yaptığınız planları ve zorlayın bakalım bilinen bütün hukuksal yolları , ne diyecek ''Hakim bey ben çalmadım masumum'' ,  bu utandıran cümlemidir beklediği mağdur zavallı Doktorun!!!?...

Son örneğimiz de en günceli , Gaziosmanpaşa'da bir hastahane de geçiyor, Psikoloji ünitesinin başındaki işe henüz bir iki  ay önce başlayan  doktor hanım ekibiyle birimdeki işleyiş ve yapılacak işlerle ilgili toplantı yaparken odanın kapısı açılıyor aniden içeri biri giriyor. Doğal olarak ta birim başkanı ''toplantıdayız kime bakmıştınız'' diye soruyor, Sonrası peki?? İnsanın dili varmıyor bir erkek olarak sonrasından bahsetmeye , daha doğrusu utanıyorum yazarken , gazete de yara bere içinde ağzı burnu kırılmış halde gördüğümde de yaşadım aynı utancı doktor hanımdan erkeklik adına...

Hastahanenin patronu olan kişi sırf kendisini tanımadı diye, sen benim kim olduğumu nasıl bilmezsin diye yapıyor bu vahşeti, zavallı savunmasız sadece işini doğru yapmaya çalışan birisini şişkin egosuna mahçup olmamak için tanınmaz hale getiriyor attığı yumruk ve tekmelerle , hem de herkesin içinde utanmadan..Hangi eksikliğini kapamaya çalışmakta acaba bunu yaparken, yaşadığı onlarca mahcubiyetin intikamı mıydı o darbeler tüm kadınlardan??

Üçünüz de utanç vericisiniz başka da söze gerek yok..... 

26 Ekim 2010 Salı

BUENOS AIRES

İstanbul'un dünyanın en güzel şehri olduğunu tüm tecrübelerime dayanarak söyliyebilirim, başka da bir yerde hayatımın tamamını geçirmek istemeyeceğimi de biliyorum. Ama hayatında bir iki seneni nerede geçirmek istersin diye sorsalar adres bellidir benim için  BUENOS AIRES...

İnsan Akdeniz'in bir parçası olunca (Fransa hariç) hem iklim hem de ilişkiler anlamında sıcaklık, insani duygular,paylaşım ve aile gibi değerler ön plana çıkıyor yaşamak istediği yerde de, işte bunların hepsini bir arada gökyüzünün renklerini bayrağında olduğu kadar yaşamın içinde de barındıran Güney Amerika'nın maço delikanlısı  Arjantin'in başkenti  Capital Federal ya da bilinen adıyla Buenos Aires'tir tasvir edilen..

BS aynı zamanda modern sanatın, bohem yaşamın, reklamcılığın, tutku ve dansın, gece 12 'den sonra ender olarak bir şehre yakışan ve hareketlendiren enerjinin, grafitinin, insanı kendinden geçiren et ve şarap kombinasyonunun , insanın nutkunun tutulmasına sebep olan içindeki latin ruhunun dışındaki güzelliğine bu kadar mı yansır dedirten kadınların, dünyanın en büyük derbisinin , ruhu ve bedeni medite eden yeşile doyuran parkların ve sürprizlerin de merkezidir aslında..

Otobüste hamileye ,yaşlıya kalkıp yer verenleri (eskiden bizde de öyleydi artık herkes kafasını dışarı çeviriyor kendi utancından kaçmak için) aradığınız adresi size göstermek için kendi ineceği yere üç durak olmasına rağmen sizle beraber inen insanların da merkezidir aynı zamanda.






Güzeldir Boca'nın sokaklarında renk cümbüşünü seyrederek tüm günü aylak aylak dolaşarak geçirmek,gramafondan gelen tango ritminde gösteri yapanları seyretmek, güzeldir goucho dans show'larını o muhteşem etler ağzınızda  mendoza şaraplarıyle  yumuşarken seyretmek, şaşırtır insanı Recoletta'daki müze kıvamındaki her biri sanat eseri olan  mezarların arasında dolaşmak, insanı şarj eder Soho Palermo'daki 24 saat akan enerji ve onlarca cafe ve restaurantlar, keyiflidir San Thelmo'daki pazar günü kurulan sokak pazarı ve kendine ait kimselerle paylaşmak istemediği kalabalığı , meraklandırır her bindiğin taksinin sürücüsüne Boca Juniors'u mu yoksa River Plate'i mi tutuyorsun diye sormak, aşk sarhoşluğu gibidir hissettiğin dulce del lecce 'li dondurmayı yemek ve sonrasındaki birkaç dakika, kısacası esir alır sizi Buenos Aires her yönüyle ,ruhunuza ,zihninize ,bedeninize küçük post-it ler yapıştırır adeta tekrar tekrar gel diye...

Ve veda zamanı uçağınız Arpt.Jorge Newberry havaalanından kalkışa hazırlanırken artık arkanızdan el sallamaya başlamıştır koca şehir tüm güzelliğiyle.......    

25 Ekim 2010 Pazartesi

ARKADAŞ...

Melike Demirağ'ın Arkadaş şarkısı ne kadar da içten ve sıcaktır. Elinizdeki bir elmayı, cebinizdeki parayı, peyniri sıcak ekmeğe katık edip paylaştığınız arkadaşlıkları hatırlatır aslında dinlerken..İçi boş olmayan ,samimi, lafta kalmayan ölümüne arkadaşlıklardır o bahsettiği.

Sizi bilmem ama ben özlüyorum o günleri, o arkadaşlıkları varlığı da yokluğu da beraberce yaşadığımız günleri, bugünlerde ise artık arkadaşlıklar bir görev haline gelmiş hatta daha da ötesi çıkarlar duyguların önüne geçmeye başlamış durumda. İnsanların  artık sadece siz olduğunuz için aradığı sorduğu, hiç bir başka faktör kriter olmadan özledim lann seni diyerek aradığı günler galiba gerilerde kalmaya başladı.

Herkes bir mazaret peşinde, ya hayat koşuşturma vs diyor ya da cebinde beklettiği mazeretlerden birini o an çıkarıyor önünüze, aslında biliyorsunuz biraz sıksa dişini biraz fedakarlık yapsa görüşeceksiniz ama dedim ya ister modern dünyanın getirileri diyin ister büyük şehir yaşamı isterse yok olup gitmekte olan değerler duygular...

Tabi ki istisnalar var, tabi ki küçük şehirlerde belki daha farklı yaşanıyor herşey , tabi ki kendi çeverelerimizde de belki bir elin parmaklarını geçmeyecek belki daha azı kadarına sahibiz , hatta olmasında fazlası zaten , sahteyse samimi değilse istemiyorum ben öylesini sizler de istemeyin bence..Belki yaşlar ilerledikçe insan bunları daha fazla sorguluyor , kendisine bu maskelerin dışında o sıcaklığı nedensiz sahiplenmeleri yaşatanlar olsun istiyor etrafında. Sevmiyorum ben bana vakit ayırmayan , fırsat yaratmayan arkadaşlıkları, değer vermiyorum artık böylelerine veya direniyorum diyelim bazılarına da hala belki farkına varır diye..Araya sıkıştırılan , trafik sıkışıkken vakit geçirmek için gelen aramaları ayırt ediyorum , biliyorum ki o an bişey paylaşacak olsanız o varmak istediği yere ulaştığında anında yarıda kesecek konuşmanızı.. Sevmiyorum beraber yürürken, kahve içerken kafasında getirdiği binlerce tilkiyi ,istemiyorum onların da bizle beraber yürümesini o masada oturmasını, ben bir şey paylaşacaksam bana konsantre olsun o zamanı benimle paylaşsın istiyorum ..

İşte bunları gördükçe , yaşadıkça çekiyorum kendimi geriye izliyorum sadece olup biteni ve kuruyorum kafamda küçük duruşma odalarını , savcısının da  hakiminin de benim olduğum..o mahkemeleri bazen kalemleri kırarak hükmü veriyor, siliyorum hayatımdan bir kısmını , bir kısmını da bir sonraki celseye kadar erteleyerek..Uğraşıyorum bazı şeyler tükenmeden önlem almak için , bazen gururu bi kenara bırakıp arıyorum 2-3 defa üstüste bişeyler yapalım diye ama dedim ya karşı taraf squasha çevirince herşeyi , dönüp bana geldikçe o tekliflerim işte o zaman ben de boşvermeye başlıyorum o arkadaşlığa..

Herkes bilsin kıymetini bence elde kalan gerçek arkadaşlarının, daraldığı anda ona destek olan, sevincinde paylaşabilecek, beraberce gülmek eğlenmek istediğinde yanında olacak ama herşeyden önce tüm bunlarda samimi olacak..

Fedakarlık yapmaktan ,kendinden vermekten çekinmeyecekler kazanır sonunda , harcı sağlam olmayan , iskambil kağıdından oluşan ilişkilere sahip olanlarsa altındaki suyun yavaş yavaş ısındığının farkında olmayan kurbağalar gibi geç kalırlar hamlelerinde...
  



  

DEJAVU...

Evet az daha Fenerlilerin bu isteği gerçekleşiyordu.Olimpiyat stadında 5-1 kazandığımız Türkiye Kupası finalinde takımın başında o dönemde Hagi vardı teknik direktör olarak..Dün de yine Efsane Karpatların Maradona'sı  takımın başında sahaya çıktığında yenilgiyi kabul etmeyen karekterini takıma 2-3 günlük sürede yansıttığını gözlemledik. Eğer Volkan o kurtarışları yapmasa,Gökhan çizgiden topu çıkarmasa aynen maç öncesi açtıkları pankartlarla oluşturdukları DEJAVU gerçekleşiyordu.

Maçtan bir gün önce cumartesi gecesi yazmış olduğum yazıdaki maç analizim aslında dün tamamen sahada gerçekleşmiş oldu, özellikle orta sahadaki gereken sert ve baskılı oyunla ,Pino'ya atılacak uzun topların nasıl etkili olduğunu hep beraber seyrettik. Bu arada Pino'nun tek başına Fener defansını sahasından çıkartmaması ve o korkuyu maç boyu hissetirmesini de alkışa değer buluyorum.

Hep söylerim batının bilimsel yaklaşımı ,doğunun duygusallığı karşısında özellikle bizim gibi ülkelerde zaman zaman geride kalır.Sevmeden saygı oluşmuyor maalesef olursa da sahte oluyor, siz karşı tarafa kendinizi sevdirdiğiniz, onlara güvendiğinizi hissettirdiğiniz ve inancınızı onlara aşıladığınız zaman saygı da geliyor sonuçta.İşte Rijkaard'ın gözden kaçırdığı ama Hagi'nin kısa sürede başardığı buydu. Tabi bu süreçte Tugay'ın desteğini de unutmamak lazım.

Kadıköy geride kaldı,önemli olan artık bundan sonrasında da dünkü inancı ve özellikle ilk yarıdaki performansı diğer maçlara taşıyabilmek, özellikle ilk yarıyı puan kayıpsız kapatmamız gerekiyor ki tepedekilerle puan farkı daha fazla açılmasın.

Ocak ayından itibaren Aslantepe'de oynanacak maçlarda bu tür mücadeleci futbolla tribünler dolacaktır bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

Tek istediğimiz GALATASARAY 'ımızın farkını ruhuyla ortaya koymasıdır.   

23 Ekim 2010 Cumartesi

Kadıköy'e 22 saat kala

Daha önce de belirttiğim gibi yarın sahadaki formaların içindeki isimler ve sırtlarındaki numaralardan daha çok kalplerindeki GALATASARAY sevgisi ve futbollarına, mücadelelerine yansıyacak GALASARAY ruhu olmazsa olmazdır bizler için.

Galatasaray nasıl oynamalı, kimler sahada olmalı sorularının karşılığına bakarsak ; Öncelikle Hagi kendi mücadeleci ruhunu ve yenilgiyi kabul etmeyen, maçın sonuna kadar inancını sürdüren futbol karekterini takıma mutlaka yansıtacaktır diye düşünüyorum.Şu anki duruma göre Arda, Baros ve Kewell maalesef oynamıyor, onların yokluğu ciddi anlamda hissedilecektir o kesin, böyle bir durumda da takımın geri kalanlarının içinden mutlaka 1-2 ismin maça ağırlığını koyması gerekiyor.

Bu maçın sürpriz adamı bence Misimoviç olacaktır, Elano'dan benim hiç umudum yok, ki bu maç kendini affettirebileceği önemli bir fırsat olmasına rağmen ben Elano'nun yarın sahada olmasını istemiyorum. Maalesef yedek klübesine baktığımızda ise sonradan oyuna girebilecek Barış dışında kimse görünmüyor. Şu ana kadar pek konuşulmayan ve diğer sakatlıkların gölgesinde kalan olay ise yarın kalede Aykut'un nasıl bir performans sergileyeceği. Ben Aykut'un maça moralli başlaması ve yapacağı bir kaç kurtarışla kendine güveninin gelmesi durumunda maçın tamamında iyi bir performans sergileyeceğini düşünüyorum.

Fenerbahçe'nin Konya maçındaki kadrosundan sadece Özer_Alex değişikliği ile sahaya çıkacağını varsayarsak oldukça hücumcu bir kadroyla sahada olacakları görünüyor. Aslında bu her ne kadar bizim açımızdan dezavantaj olarak gözükse de bir o kadar da aslında avantaj olarak değerlendirilmelidir. Nedenine gelince , Ne Alex,ne Niang, ne Stoch ne de Dia rakiplerini kovalayan ve defansa yardım eden futbol anlayısına sahip değiller. Dolayısıyla orta sahada sert ve baskılı bir oyun ortaya kurabilirsek (sert kısmını özellikle vurguluyorum) bu durumu ciddi bir avantaja çevirebiliriz. Özellikle Mustafa Sarp ve Ayhan'ın yarın minimum hata ve iki kişilik oynamaları gerekiyor.Ben bu maçta Lorik Cana'nın mutlaka sahada olması gerektiğini düşünüyorum,ne kadar çok onların orta sahadaki oyununu bozar ve sert oyunla bastırırsak oyun düzenlerini de bozmuş oluruz.

Ve başa dönelim Misimoviç'ten biraz bahsedelim.... Bugüne kadar büyük bir hayalkırıklığı olarak beklentilerin çok altında kaldı. Almanya'da Wolfsburg'da oynadığı maçları seyretmemiş olsak bu adamı nerden buldular diyebilirdik, ama bu kadar yetenekli bir adamın böyle güçsüz ve çekingen bir futbol oynaması tabi ki kabul edilebilecek bir şey değil, Artık ben kendisinin de bunun farkında olduğunu ve bu maçın özelliğinden dolayı maksimum performansla beklediğimiz Misimoviç'i sahada göstereceğini tahmin ediyorum. (özellikle takımdaki önemli eksiklerin omuzlarındaki sorumluluğu daha da artırdığını düşünürsek).

Pino'nun boş alanda alacağı ara toplarla Caner'le birebir kalacağı pozisyonların yarınki maçta hücum gücümüzü oluşturacağını ve özellikle bu kanatta gerek Sabri gerekse de Pino ile gol pozisyonları yaratacağımızı düşünüyorum.Stoch'un Caner'e fazla destek verememesi de özellikle o kanada daha fazla yüklenmemize neden olacaktır.

Maça moralli başlamamız açısından ise ilk 20 dakikanın defansta hata yapmadan ,kendine güvenli bir oyun sergilememizle çok bağlantılı olduğu düşünürsek bu moralin maçın tamamına da yansıyacağı çok net görünüyor.

Bir ihtimal M.Battal'ın oynaması durumunda atacağı bir gol kimseye sürpriz olarak gelmesin, oldukça yetenekli,  sağ sol şut atabilen, kafaya çok iyi yükselen top sürebilen gerçekten geleceği parlak bir oyuncu. Şu an için tek ihtiyacı olan moral ve kendine güveninin gelmesi için atacağı birkaç gol, yarın bir gol atarsa ondan sonrası çok daha kolay olacaktır ilerki maçlarda onun için.

Neyse artık herşey sahada belli olacak ne desek boş bu saattten sonra , umarım her zaman Saraçoğlu'nda Fener'in yanında olan şans bu kez bizim yanımızda olur.

Kalbimiz sizinle ASLANLAR....

22 Ekim 2010 Cuma

El Tiempo Es Oro...(Zaman içinde bulunduğunuz andır)

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler diyor Sezen o muhteşem şarkısında, biraz önce bu şarkıyı tekrar dinlerken bir kez daha düşündüm,kaybolan yıllar mı? Yoksa o yılların içinde kaybolan bizler miyiz?

Herkes hayatında bir kez dahi olsa ‘’Yıllar ne çabuk geçiyor’’ klişesini bi şekilde kullanmıştır, zaten yılların geçmemesi gibi bir durum evrenin doğasına ters bir durum,öyleyse biz bu kadar çabuk geçen yılları nasıl değerlendiriyoruz , önemli olan bu değil mi sizce de?

Kime nasılsın diye sorsan noolsun bi koşuşturmadır gidiyor veya hayat gailesi işte gibi bir cevapla zaten  o geçen yılların kaybolduğunun kısa bir özetini yapmış oluyor herkes..Geçenlerde bir arkadaşım çok güzel bir cevap verdi aslında bu soruma ‘’Bugüne kadar nasıl geçtiğini ben de fark etmedim ama bundan sonra öyle olmayacağı kesin’’ dedikten sonra aslında görev gibi bir yaşamdan tamamen kendini mutlu edeceği planlarla dolu önümüzdeki hayatından bahsetti.

Buradaki anahtar konu ise bence herkesin gerçekten bir kelimesinin olması gerektiğinde yatıyor, Eat,Pray and Love  aslında 2 saati hoşça vakit geçireceğiniz bir film olarak değerlendirilmiş olsa bile bence içinde herkesin kendi hayatını sorgulatacak birçok şifreyi de barındırıyordu.

Yaşamın bir kısmı zaten formatlanmış olarak önümüze çıkıyor, maddi manevi sorumluluklar hepimizi yıpratıyor kabul ama yaşam bunlardan mı ibaret? Bir kez olsun bu yaşam benim istediğim yaşam değil diyerek isyan duygusunu içinizde bastırmadan hayatınızın seyrini değiştirecek ihtilali  yapmayı düşündünüz mü? Düşündüyseniz niye yapamadınız?  Eğer yapan devrimcilerdenseniz zaten sözüm size değil.

Mutluluk , nasıl olunacağını  bildikten sonra o kadar uzaklarda değil aslında .Gülmeyi istemek ve seçmek , gülen ve güldüren insanlarla vakit geçirmek , boğazda sıcak bir simit /ince belli de demli bir çay ve yanında kaşar peynir ..alın size en maliyetsiz iki tane formül mutluluğa dair..

Ben hayata dair kendi kelimemi biliyor ve ona göre yaşamaya çalışıyorum,

Sizin kelimeniz ne??


21 Ekim 2010 Perşembe

Colonia Del Sacramento


Aslında şu sıralar çok moda olan veya söz edilen diyelim slow cıtta akımının çok tipik bir örneği bu Uruguay’ın küçük koloniyel liman şehri.

Buenos Aires’ten yaklaşık 2,5 saatlik bir feribot (Buqebus)  yolculuğu sonrası limana vardığımızda pasaport kontrol ve geçişimiz yaklaşık 5-10 dakika arası bir zaman almıştı. Rio Plata’nın karşı kıyılarına vardığımızda zamanın sanki durduğu ,girişte koca bir Hoşgeldiniz konseptli  HSBC tabelasının gelenleri karşıladığı ‘’Huzur arıyorsanız ben buradayım’’ dercesine geleneleri kucaklayan küçük ama şirin bir platoya gelmiştik sanki.


Biraz Büyükada tadında evlerin sıra sıra olduğu yoldan koloniyel bölgeye doğru ilerlerken sokakları saran çiçek kokuları adımlarımı yavaşlatıyor , sanki o evlerden birinin bahçesine girip biraz soluklanmak hissiyatı uyandırıyordu.


Yaklaşık bir on dakikalık yürüyüş sonrası sora sora istediğim bölgeye ulaşmıştım artık ama o an aklımda sadece güzel bir öğle yemeği yemek ve sonrasında etrafa keşfe çıkmaktı. Tabi Uruguay’da da yemek diyince aynı Arjantin’de olduğu gibi etsiz bir menü düşünülemezdi.

Yüzyıllar öncesinin izlerini taşıyan sessizliğin tek hakim olduğu bu meydanda gelen geçeni de seyredebileceğim yeşil beyaz masa örtüleriyle donatılmış , grissini ve taze ekmeklerin doldurduğu hasır ekmekliklerin masalara sarımsaklı tereyağ ile birlikte getirildiği sevimli bir lokantanın caddeye yakın masalarından birine attım kendimi. Açlığımın derecesi alarm seviyesinde olduğundan ekmeğin üzerine o muhteşem sarımsak kokusuyla bütünleşmiş tereyağından sürüp yerken bir yandan da sipariş için bekleyen garson kıza hiç tereddüt etmeden beef lomo sin grass ( yağsız sırt biftek) siparişimi vermiştim bile. Aklınızda olsun
Arjantin veya Uruguay’da et siparişi verirken diğer seçenekleri boşverin doğrudan benim gibi yapın bana teşekkür edeceksiniz o muhteşem lezzeti hissettiğinizde.


Yemek sonrası etrafı dolaşmaya çıktığımda ilk gözüme çarpan arnavut kaldırımlarının biraz hallicesinden olan taşlarla döşenmiş sokaklardaki estetik sokak lambaları ve ona eşlik eden sokak isimlerinin ter aldığı seramiklerdi. Tabi etraftan gelen kokular tokken bile açlık hissi yaratıyordu.Tek kat üzerine inşa edilmiş küçük avluları olan bu evlerin kapıları da birer sanat eseri gibiydi adeta.


Sokakların denize doğru kesiştiği noktada ise bölgenin her yerinden rahatlıkla görülebilecek ve denizcilere rehberlik eden upuzun bir fener ve yanıbaşında geçmişte korsan saldırılarından korunmak üzere kale duvarlarının içinde yer alan topların etrafında turistler hatıra fotografı çektirmekle meşguldü.


Dönüş saati yaklaştığında, zamanın adeta dururcasına aktığı bu şehirden limana doğru  elimde dulce del lecce’li (süt talılı dondurma patagonya bölgesinin muhteşem tadı) koca bir dondurma külahıyla yürürken yaşadığım şehirle aradaki ritm farkını düşünüyordum....  
   








20 Ekim 2010 Çarşamba

Maya Tutmayan İlişkiler

20 Ekim 2010

Başlığa bakıp mayası mı ekşiydi o yüzden mi tutmamış bu ilişki diye sorarsak yazıya başlamadan zaten baştan çuvallamış oluruz. İyi bir yoğurt yapabilmenin sırrı bile süte katılacak mayanın biraz ekşi olması gerektiğini düşünürsek mayası biraz ekşi bunca ilişkiye rağmen etrafımız neden bu kadar mutsuz ve tatminsiz çiftle dolu??

Aslında doğum sonrası hastaneden  eve gelinmesiyle birlikte maskelerle dolu hayatımızın ilk aşamasına geçiyoruz, Ailenin taktığı maske, sonra okulun, daha sonra iş hayatının ve en istemediğimiz olan belki de özel hayatımızın dayattığı maskeler...

Durum böyle olunca da bu kadar şişmiş ve kendi olmayan egolarına teslim ilişkileri de yönetmek zorlaşıyor doğal olarak. Acaba özde basit olarak nasıl mutlu olabilirim yerine, hem kendi hem de karşısındakinin egolarını mutlu etme savaşına dönüşünce herşey; bir yorgunluk ve bıkkınlığa dönüşüyor doğal olarak..

Öte yandan birbirini her yönden tamamlayan bilmem kaç tane ortak yanı olan, aman ne de çok şey paylaşıyolar dediğimiz ilişkilere bakıyoruz tatlı su durgunluğunda bir yavanlıkta görev ilişkisi yaşayan kümeler gibiler..

Öyleyse sorun nerede?

Hayatı nasıl algıladığımız ve o hayatın içinde ilişkilerimizden ne beklediğimizde mi acaba?

Kendim geçmişte yaşadığım ilişkilerin tümünü düşünüyorum hiç bir zaman benimle tıpa tıp aynı özelliklere aynı kodlara sahip biriyle pek te mutlu olmadığımı olamadığımı görüyorum  ,  ama aksine mutlaka bir ya da birkaç zıt tarafımızın olduğu belki de başkalarının onunla ne işin var, seni ona yakıştıramıyorum gibi dışardan gazel okumaların bol olduğu ilişkilerde ise daha mutlu olduğumu... Aslında tam tersi olması gerekmiyor mu? Bilmem belki de ben de kendi egolarıma yenik düşüyordum..Ama şunu biliyorum ki her böyle ilişkimin içinde ordo ab chao (kaostan doğan düzen) ilişkiyi besliyordu.

Herkes aslında ya mevcut ilşkisinde ya da geçmişte bu tip ilişkiler yaşamıştır en azından bir örnek vardır diye düşünüyorum, nasıl olacak diye düşündüğünüz ama sizi bir şekilde heyecanıyla girdabına çeken ilişkiler...

Acaba yukarıda da bahsettiğim gibi ruhumuzu, zihnimizi,bedenimizi besleyen o ilişkide kaosun kendine göre şekillendirdiği düzeni mi? Neden sakin ,fazla heyecan  duymadığımız ama huzur denizinde yüzdüğümüz ilişkilerden koparken bir arkadaştan ayrılıyor gibi hissediyoruz da, zıtlıkların sarıp sarmaladığı bazı ilişkilerden koparken her türlü ritmimiz bozuluyor?

Peki sizce neden???

    

19 Ekim 2010 Salı

Iguazu Falls


Kort Pizza



Pizza'nın doğduğu Napoli'nin bu konuda referans olduğunu düşünürsek ince hamur pizzayı oradaki Salvotore usta kadar iyi yapan Cihangir'in yan sokaklarında yer alan bu küçük (gerçi ikinci şubenin hazırlıkları sürüyor ) ama şirin mekanın pizzalarının artık müdavimi olduk, menüden özellikle 19 numara Vegi Supreme ve 25 numara Mumbai 'yi özellikle tavsiye ederim.

Metin Oktay ve Baba Gündüz (Kılıç)…

''Bizi sevenleri üzmeyelim be baba'' kendisine baş döndürücü bir servet teklif edildiğinde bile sadece üzerindeki parçalı Sarı Kırmızı formanın aşkıyla hepimizin tüylerini diken diken eden  bir cümle ile ifade etmişti kalbindeki Galatasaray sevgisini taçsız kral.. Ben seyredemedim kendisini ama çok dinledim ve okudum onunla ilgili söylenenleri, yazılanları, dünyalar bir yana GALATASARAY bir yanaydı onun için… Yenilmez armadanın neferi olmak bedelsizdi, o ağları delen golleri attığında, GALATASARAYLILIK ruhuydu sadece ona güç veren...

Baba Gündüz… hayatını GALATASARAY'a adamış, hem futbolculuğunda hem de teknik direktörlüğünde bir sembol olmuş tribünlerin Baba Gündüz'üydü o... Yenilginin ve umutsuzluğun kara bulutlar gibi takımın üzerine çöktüğü maçlarda bile devre arasında futbolcularına ''Taktik maktik yok çıkın üzerinizdeki forma ve aslan arması için oynayın, yenin, öyle gelin soyunma odasına'' derdi… Biliyordu ki dünyadaki hiçbir sistemin GALATASARAY’lılık, ruhunun üzerinde olmadığını…

Evet, kötü başladık bu seneye, kötü oynuyoruz, sahamızda kaybediyoruz, mücadele etmeyen, o kutsal formayı terletmeyen futbolcu gördükçe belki kahroluyoruz, öfkemiz içimizde ama hiç bitmeyecek ölümsüz sevgimiz kalplerimizde izliyoruz, belki böyle izlemeye devam da edicez ama tek bir şey istiyoruz, GİDİN KADIKÖY’E, METİN OKTAY’IN, BABA GÜNDÜZ’ÜN RUHUYLA OYNAYIN, BU MAÇTA TAKTİK MAKTİK YOK, SİSTEM YOK, YILDIZ OYUNCU YOK, YENİLİN, OLMUYOSA DA OLMASIN, AMA TEK GÖRMEK İSTEDİĞİMİZ SAHADAKİ GALATASARAYLILIK RUHU...

17 Ekim 2010 Pazar

Den Café



Çilekli milföy seviyorsanız işte karşınızda Nişantaşı'nın şu sıralar en popüler mekanı, cool ambiyansı, keyifli ama yaptığınız sohbeti hiçbir şekilde bölmeyen lounge müzikleriyle ziyaret edilmesi gereken bir mekan daha ,ayrıca espresso fincanları da çok şeker.

Güney Amerika Başlangıç

Başlığa bakıp neden peki diye soracak olanlara kısa bir özet yapıp bundan sonrası için de ışık tutmuş olalım. 1978 Dünya Kupası süresince mavi beyaz çubuklu formalarıyla Mario Kempes ve arkadaşlarını o kadar çok sevmiştik ki sokak aralarında kendi aramızda yaptığımız maçlarda bile ben Kempes, bir diğeri ben Pasarella diye kendimiz isimler takar onlarla özdeşleşirdik. Tabi o dünya kupasında ilk defa tanıştığımız ve hayran olduğumuz bembeyaz konfetilerle Arjantin'in oynadığı her maçi her stadta şölene çeviren tribünleri de atlamamak lazım. O yıllarda Arjantin milli takımıyla başlayan bu sevgi ve uzaktan aşk, 1996 yılında bir bayram sabahı  Buenos Aires yollarına düşülmesiyle bütünleşmiş oldu. O dönemden bugüne kadar çok sayıda gerçekleştirmiş olduğum o kıtaya yapılan her yolculuğun bitimi havaalanına iner inmez bir sonrakinin başlangıcı oluyordu aslında. Bu başlık altında da bundan sonra Latin Amerika ile ilgili düşüncelerimi, yorumlarımı ve tabi ki anılarımı paylaşıyor olacağım. Hatta birincisi ile başlayalım isterseniz ..Eğer aynı sevgiyi ve /veya ilgiyi taşıyanlar varsa onların da yorumlarını,düşüncelerini paylaşmaları beni mutlu eder.
Bundan 8 ay kadar önce Şubat ayında Brezilya-Arjantin-Paraguay sınırında bulunan bir doğa harikası olan Igauzu şelalerini görmek üzere 10 günlük bir Güney Amerika seyahatine çıkmıştım. Bu seyahetle ilgili birçok detayı daha sonraları da paylaşıyor olacağım ama başımdan geçen bir olayı öncelikle paylaşmak istiyorum.Şelalerin Brezilya tarafında Foz De Igauzu kentinde kalıyor zaman zaman Arjantin ve Paraguay tarafına geçiyordum, dönüş günü 16 saatlik Buenos  Aires 'gerçekleşecek otobüs saatini beklerken kentin yan sokaklarından birinde dolaşırken bi anda gözüme beyaz fayanslar ve üzerinde Turqia yazısı çarptı kafamı kaldırmamla da 2 adet döner tezgahında döner kesen ustalar tabi ki). Görüntüleri filme aldığımı gören birisi içeriye davet edip demli çayın siparişini vermişti bile.Bir kez daha dünyanın neresine gidersen git bir Türk'e rastlarsın klişesi bir kez daha gerçek olmuş ,Hatay Samandağ'lı Gazi Usta ile tanışmıştık,hikayesi de oldukça ilginçti. Hatay Samandağ'dan kalkıp önce Rio 'ya sonra da Sao Paola 'ya gidip çeşitli girişimlerden sonra gelip yerleştiği bu ufak şehirde ilk restaurantının iş yaptığını görünce ikincisini açmaya karar vermiş.Zaten çayların bitimiyle beraber ikinci dükkanın hazırlıklarını görmek üzere yan tarafa geçmiştik bile. Bu arada lahmacunda kaliteyi ve lezzeti tutturmak için imalathanesine taşfırın yaptırmış ve bizim lahmacunların yapım işini de  Bruno isimli Paraguay'lı bir usta bu taşfırında hamuru kürekle fırına vererek gerçekleştiriyordu.)

Isla Margarita - Venezuela

ASY'de İmparator sesleri ..

Maçın özetine veya detaylarına girmeden önce ortaya çıkan sonucun aslında Rijkaard'ın istifasına kadar gideceği açık olarak gözüküyor hatta gitmelidir de. Alınan bu sonuçlara ve  istenilen futbol düzeyine bir türlü gelinememesine rağmen hala bir çaba veya istek içinde olmadığını görüyoruz maalesef. Geçen seneki alınan başarısız sonuçları bi ölçüde ülkeyi ve takımı yeni tanımasına vererek bir kredi daha açmış ve bu seneyi beklemek gerektiğini düşünmüştük. Fakat görünen o ki bu senenin de geçen seneden bir farkı olmadığını her hafta oynadığımız maçtan sonra aslında gördük, Avrupa Fatihi olan Türkiye'nin futboldaki en büyük markasının  sıradan adı sanı duyulmamış takımlara Avrupa'da elenmesi   ve bunun  rahatsızlığını zerre hissetmeyen teknik direktörümüzün umursamaz duruşu aslında hepimizi çok önceden fazlasıyla rahatsız etmişti. Her maçtan sonra futbolcularını bi şekilde suçlayan birisine takımın da zaten saygısının kalmadığı ortada. Bu arada giderken de Elano'yu mutlaka alıp götürmesi şart oldu. Elano'nun yedek kulübesindeki duruşu ve neredeyse uykuya dalmak üzere olan görüntüsü zaten herşeyi ortaya koyuyor.

Haftaya Saraçoğlunda Fener maçı var ,kalecimiz atıldı Aykut haftaya kalede olacak ,Baroş sakatlandı umarım ciddi değildir, Arda zaten yok,kim oynayacak Allahaşkına ?Hala nerede olduğunun farkında olmayan şaşkın Misimoviç mi, yoksa savruk bir şekilde açık tribüne kadar koşan ve Aydın'dan hiçbir artısı olmayan Pino mu? Umarım bi şekilde Sabri'nin hırsını ve kazanma isteğini bir şekilde diğerleri de örnek alır ve iyi bir sonuçla dönerler.

Maçın detaylarına çok fazla girmeye gerek yok zaten 3. dakikada gelen golden sonra yaşanan bir şaşkınlık arkasından saldıran bir Galatasaray ama sonrasında inanılmaz defans hatalarıyla yenen 3 gol daha...

İmparator  dön yuvana.........

16 Ekim 2010 Cumartesi

'' Tangetto''

Tango ve elektronik müziğin karışımından oluşan bu müzik türü Buenos Aires sokaklarından tüm dünyaya yayıldı. . Özellikle bazı parçaların başta Enjoy the Silence Tangetto versiyonlarının dinlenmesi kesinlikle tavsiye olunur.

Latin Amerika'nın Kesik Damarları

Şu sıralar Eduardo Galeano'nun bu kitabını okuyorum. Yaşadığımız topraklarda bize yapılanlarla, bizim kendimize yaptıklarımızla bu kadar ortak kader yaşayan başka ülke toplulukları Güney Amerika dışında yoktur herhalde...Aslında kitabın özünü aşağıdaki şu 4-5  cümle özetliyor.

'' Doğanın kendilerine sunduğu ama emperyalizmin ellerinden çekip aldığı servetlerin geçiciliğine ,eğretiliğine inandıran çok acı nedenler vardır''Eduardu Galeano

'' Yoksullukla savaşmak isteyen herkes bir dilenci öldürsün bu iş tamamdır'' Adsız bir kara mizah ustası La Paz/Bolivya

'' Devanın ,derdin kaynağı olan ABD'den gelmesi beni pek bir şaşırtır doğrusu'' Yüzyıl önceki Guetemala'lı Dışişleri Bakanı

'' Gerçeğin ne olduğuna bakmadan onu değiştirmenin sihirli bir formülü yok. Birşeyi değiştirmek için önce onun ne olduğunu görmek gerekiyor. Latin Amerika'daki sorun bu. Onu göremiyoruz,kendimize körüz,çünkü kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırılmışız''Eduardo Galeano

''Yoksulları ,yoksulluğun doğum fazlasının bir sonucu olduğuna inandırmak, başkaldırmaya hazır bekleyen yığınların öfkesini zaptetme çabasıdır bu'' Eduardo Galeano