26 Ekim 2010 Salı

BUENOS AIRES

İstanbul'un dünyanın en güzel şehri olduğunu tüm tecrübelerime dayanarak söyliyebilirim, başka da bir yerde hayatımın tamamını geçirmek istemeyeceğimi de biliyorum. Ama hayatında bir iki seneni nerede geçirmek istersin diye sorsalar adres bellidir benim için  BUENOS AIRES...

İnsan Akdeniz'in bir parçası olunca (Fransa hariç) hem iklim hem de ilişkiler anlamında sıcaklık, insani duygular,paylaşım ve aile gibi değerler ön plana çıkıyor yaşamak istediği yerde de, işte bunların hepsini bir arada gökyüzünün renklerini bayrağında olduğu kadar yaşamın içinde de barındıran Güney Amerika'nın maço delikanlısı  Arjantin'in başkenti  Capital Federal ya da bilinen adıyla Buenos Aires'tir tasvir edilen..

BS aynı zamanda modern sanatın, bohem yaşamın, reklamcılığın, tutku ve dansın, gece 12 'den sonra ender olarak bir şehre yakışan ve hareketlendiren enerjinin, grafitinin, insanı kendinden geçiren et ve şarap kombinasyonunun , insanın nutkunun tutulmasına sebep olan içindeki latin ruhunun dışındaki güzelliğine bu kadar mı yansır dedirten kadınların, dünyanın en büyük derbisinin , ruhu ve bedeni medite eden yeşile doyuran parkların ve sürprizlerin de merkezidir aslında..

Otobüste hamileye ,yaşlıya kalkıp yer verenleri (eskiden bizde de öyleydi artık herkes kafasını dışarı çeviriyor kendi utancından kaçmak için) aradığınız adresi size göstermek için kendi ineceği yere üç durak olmasına rağmen sizle beraber inen insanların da merkezidir aynı zamanda.






Güzeldir Boca'nın sokaklarında renk cümbüşünü seyrederek tüm günü aylak aylak dolaşarak geçirmek,gramafondan gelen tango ritminde gösteri yapanları seyretmek, güzeldir goucho dans show'larını o muhteşem etler ağzınızda  mendoza şaraplarıyle  yumuşarken seyretmek, şaşırtır insanı Recoletta'daki müze kıvamındaki her biri sanat eseri olan  mezarların arasında dolaşmak, insanı şarj eder Soho Palermo'daki 24 saat akan enerji ve onlarca cafe ve restaurantlar, keyiflidir San Thelmo'daki pazar günü kurulan sokak pazarı ve kendine ait kimselerle paylaşmak istemediği kalabalığı , meraklandırır her bindiğin taksinin sürücüsüne Boca Juniors'u mu yoksa River Plate'i mi tutuyorsun diye sormak, aşk sarhoşluğu gibidir hissettiğin dulce del lecce 'li dondurmayı yemek ve sonrasındaki birkaç dakika, kısacası esir alır sizi Buenos Aires her yönüyle ,ruhunuza ,zihninize ,bedeninize küçük post-it ler yapıştırır adeta tekrar tekrar gel diye...

Ve veda zamanı uçağınız Arpt.Jorge Newberry havaalanından kalkışa hazırlanırken artık arkanızdan el sallamaya başlamıştır koca şehir tüm güzelliğiyle.......    

25 Ekim 2010 Pazartesi

ARKADAŞ...

Melike Demirağ'ın Arkadaş şarkısı ne kadar da içten ve sıcaktır. Elinizdeki bir elmayı, cebinizdeki parayı, peyniri sıcak ekmeğe katık edip paylaştığınız arkadaşlıkları hatırlatır aslında dinlerken..İçi boş olmayan ,samimi, lafta kalmayan ölümüne arkadaşlıklardır o bahsettiği.

Sizi bilmem ama ben özlüyorum o günleri, o arkadaşlıkları varlığı da yokluğu da beraberce yaşadığımız günleri, bugünlerde ise artık arkadaşlıklar bir görev haline gelmiş hatta daha da ötesi çıkarlar duyguların önüne geçmeye başlamış durumda. İnsanların  artık sadece siz olduğunuz için aradığı sorduğu, hiç bir başka faktör kriter olmadan özledim lann seni diyerek aradığı günler galiba gerilerde kalmaya başladı.

Herkes bir mazaret peşinde, ya hayat koşuşturma vs diyor ya da cebinde beklettiği mazeretlerden birini o an çıkarıyor önünüze, aslında biliyorsunuz biraz sıksa dişini biraz fedakarlık yapsa görüşeceksiniz ama dedim ya ister modern dünyanın getirileri diyin ister büyük şehir yaşamı isterse yok olup gitmekte olan değerler duygular...

Tabi ki istisnalar var, tabi ki küçük şehirlerde belki daha farklı yaşanıyor herşey , tabi ki kendi çeverelerimizde de belki bir elin parmaklarını geçmeyecek belki daha azı kadarına sahibiz , hatta olmasında fazlası zaten , sahteyse samimi değilse istemiyorum ben öylesini sizler de istemeyin bence..Belki yaşlar ilerledikçe insan bunları daha fazla sorguluyor , kendisine bu maskelerin dışında o sıcaklığı nedensiz sahiplenmeleri yaşatanlar olsun istiyor etrafında. Sevmiyorum ben bana vakit ayırmayan , fırsat yaratmayan arkadaşlıkları, değer vermiyorum artık böylelerine veya direniyorum diyelim bazılarına da hala belki farkına varır diye..Araya sıkıştırılan , trafik sıkışıkken vakit geçirmek için gelen aramaları ayırt ediyorum , biliyorum ki o an bişey paylaşacak olsanız o varmak istediği yere ulaştığında anında yarıda kesecek konuşmanızı.. Sevmiyorum beraber yürürken, kahve içerken kafasında getirdiği binlerce tilkiyi ,istemiyorum onların da bizle beraber yürümesini o masada oturmasını, ben bir şey paylaşacaksam bana konsantre olsun o zamanı benimle paylaşsın istiyorum ..

İşte bunları gördükçe , yaşadıkça çekiyorum kendimi geriye izliyorum sadece olup biteni ve kuruyorum kafamda küçük duruşma odalarını , savcısının da  hakiminin de benim olduğum..o mahkemeleri bazen kalemleri kırarak hükmü veriyor, siliyorum hayatımdan bir kısmını , bir kısmını da bir sonraki celseye kadar erteleyerek..Uğraşıyorum bazı şeyler tükenmeden önlem almak için , bazen gururu bi kenara bırakıp arıyorum 2-3 defa üstüste bişeyler yapalım diye ama dedim ya karşı taraf squasha çevirince herşeyi , dönüp bana geldikçe o tekliflerim işte o zaman ben de boşvermeye başlıyorum o arkadaşlığa..

Herkes bilsin kıymetini bence elde kalan gerçek arkadaşlarının, daraldığı anda ona destek olan, sevincinde paylaşabilecek, beraberce gülmek eğlenmek istediğinde yanında olacak ama herşeyden önce tüm bunlarda samimi olacak..

Fedakarlık yapmaktan ,kendinden vermekten çekinmeyecekler kazanır sonunda , harcı sağlam olmayan , iskambil kağıdından oluşan ilişkilere sahip olanlarsa altındaki suyun yavaş yavaş ısındığının farkında olmayan kurbağalar gibi geç kalırlar hamlelerinde...
  



  

DEJAVU...

Evet az daha Fenerlilerin bu isteği gerçekleşiyordu.Olimpiyat stadında 5-1 kazandığımız Türkiye Kupası finalinde takımın başında o dönemde Hagi vardı teknik direktör olarak..Dün de yine Efsane Karpatların Maradona'sı  takımın başında sahaya çıktığında yenilgiyi kabul etmeyen karekterini takıma 2-3 günlük sürede yansıttığını gözlemledik. Eğer Volkan o kurtarışları yapmasa,Gökhan çizgiden topu çıkarmasa aynen maç öncesi açtıkları pankartlarla oluşturdukları DEJAVU gerçekleşiyordu.

Maçtan bir gün önce cumartesi gecesi yazmış olduğum yazıdaki maç analizim aslında dün tamamen sahada gerçekleşmiş oldu, özellikle orta sahadaki gereken sert ve baskılı oyunla ,Pino'ya atılacak uzun topların nasıl etkili olduğunu hep beraber seyrettik. Bu arada Pino'nun tek başına Fener defansını sahasından çıkartmaması ve o korkuyu maç boyu hissetirmesini de alkışa değer buluyorum.

Hep söylerim batının bilimsel yaklaşımı ,doğunun duygusallığı karşısında özellikle bizim gibi ülkelerde zaman zaman geride kalır.Sevmeden saygı oluşmuyor maalesef olursa da sahte oluyor, siz karşı tarafa kendinizi sevdirdiğiniz, onlara güvendiğinizi hissettirdiğiniz ve inancınızı onlara aşıladığınız zaman saygı da geliyor sonuçta.İşte Rijkaard'ın gözden kaçırdığı ama Hagi'nin kısa sürede başardığı buydu. Tabi bu süreçte Tugay'ın desteğini de unutmamak lazım.

Kadıköy geride kaldı,önemli olan artık bundan sonrasında da dünkü inancı ve özellikle ilk yarıdaki performansı diğer maçlara taşıyabilmek, özellikle ilk yarıyı puan kayıpsız kapatmamız gerekiyor ki tepedekilerle puan farkı daha fazla açılmasın.

Ocak ayından itibaren Aslantepe'de oynanacak maçlarda bu tür mücadeleci futbolla tribünler dolacaktır bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

Tek istediğimiz GALATASARAY 'ımızın farkını ruhuyla ortaya koymasıdır.   

23 Ekim 2010 Cumartesi

Kadıköy'e 22 saat kala

Daha önce de belirttiğim gibi yarın sahadaki formaların içindeki isimler ve sırtlarındaki numaralardan daha çok kalplerindeki GALATASARAY sevgisi ve futbollarına, mücadelelerine yansıyacak GALASARAY ruhu olmazsa olmazdır bizler için.

Galatasaray nasıl oynamalı, kimler sahada olmalı sorularının karşılığına bakarsak ; Öncelikle Hagi kendi mücadeleci ruhunu ve yenilgiyi kabul etmeyen, maçın sonuna kadar inancını sürdüren futbol karekterini takıma mutlaka yansıtacaktır diye düşünüyorum.Şu anki duruma göre Arda, Baros ve Kewell maalesef oynamıyor, onların yokluğu ciddi anlamda hissedilecektir o kesin, böyle bir durumda da takımın geri kalanlarının içinden mutlaka 1-2 ismin maça ağırlığını koyması gerekiyor.

Bu maçın sürpriz adamı bence Misimoviç olacaktır, Elano'dan benim hiç umudum yok, ki bu maç kendini affettirebileceği önemli bir fırsat olmasına rağmen ben Elano'nun yarın sahada olmasını istemiyorum. Maalesef yedek klübesine baktığımızda ise sonradan oyuna girebilecek Barış dışında kimse görünmüyor. Şu ana kadar pek konuşulmayan ve diğer sakatlıkların gölgesinde kalan olay ise yarın kalede Aykut'un nasıl bir performans sergileyeceği. Ben Aykut'un maça moralli başlaması ve yapacağı bir kaç kurtarışla kendine güveninin gelmesi durumunda maçın tamamında iyi bir performans sergileyeceğini düşünüyorum.

Fenerbahçe'nin Konya maçındaki kadrosundan sadece Özer_Alex değişikliği ile sahaya çıkacağını varsayarsak oldukça hücumcu bir kadroyla sahada olacakları görünüyor. Aslında bu her ne kadar bizim açımızdan dezavantaj olarak gözükse de bir o kadar da aslında avantaj olarak değerlendirilmelidir. Nedenine gelince , Ne Alex,ne Niang, ne Stoch ne de Dia rakiplerini kovalayan ve defansa yardım eden futbol anlayısına sahip değiller. Dolayısıyla orta sahada sert ve baskılı bir oyun ortaya kurabilirsek (sert kısmını özellikle vurguluyorum) bu durumu ciddi bir avantaja çevirebiliriz. Özellikle Mustafa Sarp ve Ayhan'ın yarın minimum hata ve iki kişilik oynamaları gerekiyor.Ben bu maçta Lorik Cana'nın mutlaka sahada olması gerektiğini düşünüyorum,ne kadar çok onların orta sahadaki oyununu bozar ve sert oyunla bastırırsak oyun düzenlerini de bozmuş oluruz.

Ve başa dönelim Misimoviç'ten biraz bahsedelim.... Bugüne kadar büyük bir hayalkırıklığı olarak beklentilerin çok altında kaldı. Almanya'da Wolfsburg'da oynadığı maçları seyretmemiş olsak bu adamı nerden buldular diyebilirdik, ama bu kadar yetenekli bir adamın böyle güçsüz ve çekingen bir futbol oynaması tabi ki kabul edilebilecek bir şey değil, Artık ben kendisinin de bunun farkında olduğunu ve bu maçın özelliğinden dolayı maksimum performansla beklediğimiz Misimoviç'i sahada göstereceğini tahmin ediyorum. (özellikle takımdaki önemli eksiklerin omuzlarındaki sorumluluğu daha da artırdığını düşünürsek).

Pino'nun boş alanda alacağı ara toplarla Caner'le birebir kalacağı pozisyonların yarınki maçta hücum gücümüzü oluşturacağını ve özellikle bu kanatta gerek Sabri gerekse de Pino ile gol pozisyonları yaratacağımızı düşünüyorum.Stoch'un Caner'e fazla destek verememesi de özellikle o kanada daha fazla yüklenmemize neden olacaktır.

Maça moralli başlamamız açısından ise ilk 20 dakikanın defansta hata yapmadan ,kendine güvenli bir oyun sergilememizle çok bağlantılı olduğu düşünürsek bu moralin maçın tamamına da yansıyacağı çok net görünüyor.

Bir ihtimal M.Battal'ın oynaması durumunda atacağı bir gol kimseye sürpriz olarak gelmesin, oldukça yetenekli,  sağ sol şut atabilen, kafaya çok iyi yükselen top sürebilen gerçekten geleceği parlak bir oyuncu. Şu an için tek ihtiyacı olan moral ve kendine güveninin gelmesi için atacağı birkaç gol, yarın bir gol atarsa ondan sonrası çok daha kolay olacaktır ilerki maçlarda onun için.

Neyse artık herşey sahada belli olacak ne desek boş bu saattten sonra , umarım her zaman Saraçoğlu'nda Fener'in yanında olan şans bu kez bizim yanımızda olur.

Kalbimiz sizinle ASLANLAR....

22 Ekim 2010 Cuma

El Tiempo Es Oro...(Zaman içinde bulunduğunuz andır)

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler diyor Sezen o muhteşem şarkısında, biraz önce bu şarkıyı tekrar dinlerken bir kez daha düşündüm,kaybolan yıllar mı? Yoksa o yılların içinde kaybolan bizler miyiz?

Herkes hayatında bir kez dahi olsa ‘’Yıllar ne çabuk geçiyor’’ klişesini bi şekilde kullanmıştır, zaten yılların geçmemesi gibi bir durum evrenin doğasına ters bir durum,öyleyse biz bu kadar çabuk geçen yılları nasıl değerlendiriyoruz , önemli olan bu değil mi sizce de?

Kime nasılsın diye sorsan noolsun bi koşuşturmadır gidiyor veya hayat gailesi işte gibi bir cevapla zaten  o geçen yılların kaybolduğunun kısa bir özetini yapmış oluyor herkes..Geçenlerde bir arkadaşım çok güzel bir cevap verdi aslında bu soruma ‘’Bugüne kadar nasıl geçtiğini ben de fark etmedim ama bundan sonra öyle olmayacağı kesin’’ dedikten sonra aslında görev gibi bir yaşamdan tamamen kendini mutlu edeceği planlarla dolu önümüzdeki hayatından bahsetti.

Buradaki anahtar konu ise bence herkesin gerçekten bir kelimesinin olması gerektiğinde yatıyor, Eat,Pray and Love  aslında 2 saati hoşça vakit geçireceğiniz bir film olarak değerlendirilmiş olsa bile bence içinde herkesin kendi hayatını sorgulatacak birçok şifreyi de barındırıyordu.

Yaşamın bir kısmı zaten formatlanmış olarak önümüze çıkıyor, maddi manevi sorumluluklar hepimizi yıpratıyor kabul ama yaşam bunlardan mı ibaret? Bir kez olsun bu yaşam benim istediğim yaşam değil diyerek isyan duygusunu içinizde bastırmadan hayatınızın seyrini değiştirecek ihtilali  yapmayı düşündünüz mü? Düşündüyseniz niye yapamadınız?  Eğer yapan devrimcilerdenseniz zaten sözüm size değil.

Mutluluk , nasıl olunacağını  bildikten sonra o kadar uzaklarda değil aslında .Gülmeyi istemek ve seçmek , gülen ve güldüren insanlarla vakit geçirmek , boğazda sıcak bir simit /ince belli de demli bir çay ve yanında kaşar peynir ..alın size en maliyetsiz iki tane formül mutluluğa dair..

Ben hayata dair kendi kelimemi biliyor ve ona göre yaşamaya çalışıyorum,

Sizin kelimeniz ne??


21 Ekim 2010 Perşembe

Colonia Del Sacramento


Aslında şu sıralar çok moda olan veya söz edilen diyelim slow cıtta akımının çok tipik bir örneği bu Uruguay’ın küçük koloniyel liman şehri.

Buenos Aires’ten yaklaşık 2,5 saatlik bir feribot (Buqebus)  yolculuğu sonrası limana vardığımızda pasaport kontrol ve geçişimiz yaklaşık 5-10 dakika arası bir zaman almıştı. Rio Plata’nın karşı kıyılarına vardığımızda zamanın sanki durduğu ,girişte koca bir Hoşgeldiniz konseptli  HSBC tabelasının gelenleri karşıladığı ‘’Huzur arıyorsanız ben buradayım’’ dercesine geleneleri kucaklayan küçük ama şirin bir platoya gelmiştik sanki.


Biraz Büyükada tadında evlerin sıra sıra olduğu yoldan koloniyel bölgeye doğru ilerlerken sokakları saran çiçek kokuları adımlarımı yavaşlatıyor , sanki o evlerden birinin bahçesine girip biraz soluklanmak hissiyatı uyandırıyordu.


Yaklaşık bir on dakikalık yürüyüş sonrası sora sora istediğim bölgeye ulaşmıştım artık ama o an aklımda sadece güzel bir öğle yemeği yemek ve sonrasında etrafa keşfe çıkmaktı. Tabi Uruguay’da da yemek diyince aynı Arjantin’de olduğu gibi etsiz bir menü düşünülemezdi.

Yüzyıllar öncesinin izlerini taşıyan sessizliğin tek hakim olduğu bu meydanda gelen geçeni de seyredebileceğim yeşil beyaz masa örtüleriyle donatılmış , grissini ve taze ekmeklerin doldurduğu hasır ekmekliklerin masalara sarımsaklı tereyağ ile birlikte getirildiği sevimli bir lokantanın caddeye yakın masalarından birine attım kendimi. Açlığımın derecesi alarm seviyesinde olduğundan ekmeğin üzerine o muhteşem sarımsak kokusuyla bütünleşmiş tereyağından sürüp yerken bir yandan da sipariş için bekleyen garson kıza hiç tereddüt etmeden beef lomo sin grass ( yağsız sırt biftek) siparişimi vermiştim bile. Aklınızda olsun
Arjantin veya Uruguay’da et siparişi verirken diğer seçenekleri boşverin doğrudan benim gibi yapın bana teşekkür edeceksiniz o muhteşem lezzeti hissettiğinizde.


Yemek sonrası etrafı dolaşmaya çıktığımda ilk gözüme çarpan arnavut kaldırımlarının biraz hallicesinden olan taşlarla döşenmiş sokaklardaki estetik sokak lambaları ve ona eşlik eden sokak isimlerinin ter aldığı seramiklerdi. Tabi etraftan gelen kokular tokken bile açlık hissi yaratıyordu.Tek kat üzerine inşa edilmiş küçük avluları olan bu evlerin kapıları da birer sanat eseri gibiydi adeta.


Sokakların denize doğru kesiştiği noktada ise bölgenin her yerinden rahatlıkla görülebilecek ve denizcilere rehberlik eden upuzun bir fener ve yanıbaşında geçmişte korsan saldırılarından korunmak üzere kale duvarlarının içinde yer alan topların etrafında turistler hatıra fotografı çektirmekle meşguldü.


Dönüş saati yaklaştığında, zamanın adeta dururcasına aktığı bu şehirden limana doğru  elimde dulce del lecce’li (süt talılı dondurma patagonya bölgesinin muhteşem tadı) koca bir dondurma külahıyla yürürken yaşadığım şehirle aradaki ritm farkını düşünüyordum....  
   








20 Ekim 2010 Çarşamba

Maya Tutmayan İlişkiler

20 Ekim 2010

Başlığa bakıp mayası mı ekşiydi o yüzden mi tutmamış bu ilişki diye sorarsak yazıya başlamadan zaten baştan çuvallamış oluruz. İyi bir yoğurt yapabilmenin sırrı bile süte katılacak mayanın biraz ekşi olması gerektiğini düşünürsek mayası biraz ekşi bunca ilişkiye rağmen etrafımız neden bu kadar mutsuz ve tatminsiz çiftle dolu??

Aslında doğum sonrası hastaneden  eve gelinmesiyle birlikte maskelerle dolu hayatımızın ilk aşamasına geçiyoruz, Ailenin taktığı maske, sonra okulun, daha sonra iş hayatının ve en istemediğimiz olan belki de özel hayatımızın dayattığı maskeler...

Durum böyle olunca da bu kadar şişmiş ve kendi olmayan egolarına teslim ilişkileri de yönetmek zorlaşıyor doğal olarak. Acaba özde basit olarak nasıl mutlu olabilirim yerine, hem kendi hem de karşısındakinin egolarını mutlu etme savaşına dönüşünce herşey; bir yorgunluk ve bıkkınlığa dönüşüyor doğal olarak..

Öte yandan birbirini her yönden tamamlayan bilmem kaç tane ortak yanı olan, aman ne de çok şey paylaşıyolar dediğimiz ilişkilere bakıyoruz tatlı su durgunluğunda bir yavanlıkta görev ilişkisi yaşayan kümeler gibiler..

Öyleyse sorun nerede?

Hayatı nasıl algıladığımız ve o hayatın içinde ilişkilerimizden ne beklediğimizde mi acaba?

Kendim geçmişte yaşadığım ilişkilerin tümünü düşünüyorum hiç bir zaman benimle tıpa tıp aynı özelliklere aynı kodlara sahip biriyle pek te mutlu olmadığımı olamadığımı görüyorum  ,  ama aksine mutlaka bir ya da birkaç zıt tarafımızın olduğu belki de başkalarının onunla ne işin var, seni ona yakıştıramıyorum gibi dışardan gazel okumaların bol olduğu ilişkilerde ise daha mutlu olduğumu... Aslında tam tersi olması gerekmiyor mu? Bilmem belki de ben de kendi egolarıma yenik düşüyordum..Ama şunu biliyorum ki her böyle ilişkimin içinde ordo ab chao (kaostan doğan düzen) ilişkiyi besliyordu.

Herkes aslında ya mevcut ilşkisinde ya da geçmişte bu tip ilişkiler yaşamıştır en azından bir örnek vardır diye düşünüyorum, nasıl olacak diye düşündüğünüz ama sizi bir şekilde heyecanıyla girdabına çeken ilişkiler...

Acaba yukarıda da bahsettiğim gibi ruhumuzu, zihnimizi,bedenimizi besleyen o ilişkide kaosun kendine göre şekillendirdiği düzeni mi? Neden sakin ,fazla heyecan  duymadığımız ama huzur denizinde yüzdüğümüz ilişkilerden koparken bir arkadaştan ayrılıyor gibi hissediyoruz da, zıtlıkların sarıp sarmaladığı bazı ilişkilerden koparken her türlü ritmimiz bozuluyor?

Peki sizce neden???

    

19 Ekim 2010 Salı

Iguazu Falls


Kort Pizza



Pizza'nın doğduğu Napoli'nin bu konuda referans olduğunu düşünürsek ince hamur pizzayı oradaki Salvotore usta kadar iyi yapan Cihangir'in yan sokaklarında yer alan bu küçük (gerçi ikinci şubenin hazırlıkları sürüyor ) ama şirin mekanın pizzalarının artık müdavimi olduk, menüden özellikle 19 numara Vegi Supreme ve 25 numara Mumbai 'yi özellikle tavsiye ederim.

Metin Oktay ve Baba Gündüz (Kılıç)…

''Bizi sevenleri üzmeyelim be baba'' kendisine baş döndürücü bir servet teklif edildiğinde bile sadece üzerindeki parçalı Sarı Kırmızı formanın aşkıyla hepimizin tüylerini diken diken eden  bir cümle ile ifade etmişti kalbindeki Galatasaray sevgisini taçsız kral.. Ben seyredemedim kendisini ama çok dinledim ve okudum onunla ilgili söylenenleri, yazılanları, dünyalar bir yana GALATASARAY bir yanaydı onun için… Yenilmez armadanın neferi olmak bedelsizdi, o ağları delen golleri attığında, GALATASARAYLILIK ruhuydu sadece ona güç veren...

Baba Gündüz… hayatını GALATASARAY'a adamış, hem futbolculuğunda hem de teknik direktörlüğünde bir sembol olmuş tribünlerin Baba Gündüz'üydü o... Yenilginin ve umutsuzluğun kara bulutlar gibi takımın üzerine çöktüğü maçlarda bile devre arasında futbolcularına ''Taktik maktik yok çıkın üzerinizdeki forma ve aslan arması için oynayın, yenin, öyle gelin soyunma odasına'' derdi… Biliyordu ki dünyadaki hiçbir sistemin GALATASARAY’lılık, ruhunun üzerinde olmadığını…

Evet, kötü başladık bu seneye, kötü oynuyoruz, sahamızda kaybediyoruz, mücadele etmeyen, o kutsal formayı terletmeyen futbolcu gördükçe belki kahroluyoruz, öfkemiz içimizde ama hiç bitmeyecek ölümsüz sevgimiz kalplerimizde izliyoruz, belki böyle izlemeye devam da edicez ama tek bir şey istiyoruz, GİDİN KADIKÖY’E, METİN OKTAY’IN, BABA GÜNDÜZ’ÜN RUHUYLA OYNAYIN, BU MAÇTA TAKTİK MAKTİK YOK, SİSTEM YOK, YILDIZ OYUNCU YOK, YENİLİN, OLMUYOSA DA OLMASIN, AMA TEK GÖRMEK İSTEDİĞİMİZ SAHADAKİ GALATASARAYLILIK RUHU...

17 Ekim 2010 Pazar

Den Café



Çilekli milföy seviyorsanız işte karşınızda Nişantaşı'nın şu sıralar en popüler mekanı, cool ambiyansı, keyifli ama yaptığınız sohbeti hiçbir şekilde bölmeyen lounge müzikleriyle ziyaret edilmesi gereken bir mekan daha ,ayrıca espresso fincanları da çok şeker.

Güney Amerika Başlangıç

Başlığa bakıp neden peki diye soracak olanlara kısa bir özet yapıp bundan sonrası için de ışık tutmuş olalım. 1978 Dünya Kupası süresince mavi beyaz çubuklu formalarıyla Mario Kempes ve arkadaşlarını o kadar çok sevmiştik ki sokak aralarında kendi aramızda yaptığımız maçlarda bile ben Kempes, bir diğeri ben Pasarella diye kendimiz isimler takar onlarla özdeşleşirdik. Tabi o dünya kupasında ilk defa tanıştığımız ve hayran olduğumuz bembeyaz konfetilerle Arjantin'in oynadığı her maçi her stadta şölene çeviren tribünleri de atlamamak lazım. O yıllarda Arjantin milli takımıyla başlayan bu sevgi ve uzaktan aşk, 1996 yılında bir bayram sabahı  Buenos Aires yollarına düşülmesiyle bütünleşmiş oldu. O dönemden bugüne kadar çok sayıda gerçekleştirmiş olduğum o kıtaya yapılan her yolculuğun bitimi havaalanına iner inmez bir sonrakinin başlangıcı oluyordu aslında. Bu başlık altında da bundan sonra Latin Amerika ile ilgili düşüncelerimi, yorumlarımı ve tabi ki anılarımı paylaşıyor olacağım. Hatta birincisi ile başlayalım isterseniz ..Eğer aynı sevgiyi ve /veya ilgiyi taşıyanlar varsa onların da yorumlarını,düşüncelerini paylaşmaları beni mutlu eder.
Bundan 8 ay kadar önce Şubat ayında Brezilya-Arjantin-Paraguay sınırında bulunan bir doğa harikası olan Igauzu şelalerini görmek üzere 10 günlük bir Güney Amerika seyahatine çıkmıştım. Bu seyahetle ilgili birçok detayı daha sonraları da paylaşıyor olacağım ama başımdan geçen bir olayı öncelikle paylaşmak istiyorum.Şelalerin Brezilya tarafında Foz De Igauzu kentinde kalıyor zaman zaman Arjantin ve Paraguay tarafına geçiyordum, dönüş günü 16 saatlik Buenos  Aires 'gerçekleşecek otobüs saatini beklerken kentin yan sokaklarından birinde dolaşırken bi anda gözüme beyaz fayanslar ve üzerinde Turqia yazısı çarptı kafamı kaldırmamla da 2 adet döner tezgahında döner kesen ustalar tabi ki). Görüntüleri filme aldığımı gören birisi içeriye davet edip demli çayın siparişini vermişti bile.Bir kez daha dünyanın neresine gidersen git bir Türk'e rastlarsın klişesi bir kez daha gerçek olmuş ,Hatay Samandağ'lı Gazi Usta ile tanışmıştık,hikayesi de oldukça ilginçti. Hatay Samandağ'dan kalkıp önce Rio 'ya sonra da Sao Paola 'ya gidip çeşitli girişimlerden sonra gelip yerleştiği bu ufak şehirde ilk restaurantının iş yaptığını görünce ikincisini açmaya karar vermiş.Zaten çayların bitimiyle beraber ikinci dükkanın hazırlıklarını görmek üzere yan tarafa geçmiştik bile. Bu arada lahmacunda kaliteyi ve lezzeti tutturmak için imalathanesine taşfırın yaptırmış ve bizim lahmacunların yapım işini de  Bruno isimli Paraguay'lı bir usta bu taşfırında hamuru kürekle fırına vererek gerçekleştiriyordu.)

Isla Margarita - Venezuela

ASY'de İmparator sesleri ..

Maçın özetine veya detaylarına girmeden önce ortaya çıkan sonucun aslında Rijkaard'ın istifasına kadar gideceği açık olarak gözüküyor hatta gitmelidir de. Alınan bu sonuçlara ve  istenilen futbol düzeyine bir türlü gelinememesine rağmen hala bir çaba veya istek içinde olmadığını görüyoruz maalesef. Geçen seneki alınan başarısız sonuçları bi ölçüde ülkeyi ve takımı yeni tanımasına vererek bir kredi daha açmış ve bu seneyi beklemek gerektiğini düşünmüştük. Fakat görünen o ki bu senenin de geçen seneden bir farkı olmadığını her hafta oynadığımız maçtan sonra aslında gördük, Avrupa Fatihi olan Türkiye'nin futboldaki en büyük markasının  sıradan adı sanı duyulmamış takımlara Avrupa'da elenmesi   ve bunun  rahatsızlığını zerre hissetmeyen teknik direktörümüzün umursamaz duruşu aslında hepimizi çok önceden fazlasıyla rahatsız etmişti. Her maçtan sonra futbolcularını bi şekilde suçlayan birisine takımın da zaten saygısının kalmadığı ortada. Bu arada giderken de Elano'yu mutlaka alıp götürmesi şart oldu. Elano'nun yedek kulübesindeki duruşu ve neredeyse uykuya dalmak üzere olan görüntüsü zaten herşeyi ortaya koyuyor.

Haftaya Saraçoğlunda Fener maçı var ,kalecimiz atıldı Aykut haftaya kalede olacak ,Baroş sakatlandı umarım ciddi değildir, Arda zaten yok,kim oynayacak Allahaşkına ?Hala nerede olduğunun farkında olmayan şaşkın Misimoviç mi, yoksa savruk bir şekilde açık tribüne kadar koşan ve Aydın'dan hiçbir artısı olmayan Pino mu? Umarım bi şekilde Sabri'nin hırsını ve kazanma isteğini bir şekilde diğerleri de örnek alır ve iyi bir sonuçla dönerler.

Maçın detaylarına çok fazla girmeye gerek yok zaten 3. dakikada gelen golden sonra yaşanan bir şaşkınlık arkasından saldıran bir Galatasaray ama sonrasında inanılmaz defans hatalarıyla yenen 3 gol daha...

İmparator  dön yuvana.........

16 Ekim 2010 Cumartesi

'' Tangetto''

Tango ve elektronik müziğin karışımından oluşan bu müzik türü Buenos Aires sokaklarından tüm dünyaya yayıldı. . Özellikle bazı parçaların başta Enjoy the Silence Tangetto versiyonlarının dinlenmesi kesinlikle tavsiye olunur.

Latin Amerika'nın Kesik Damarları

Şu sıralar Eduardo Galeano'nun bu kitabını okuyorum. Yaşadığımız topraklarda bize yapılanlarla, bizim kendimize yaptıklarımızla bu kadar ortak kader yaşayan başka ülke toplulukları Güney Amerika dışında yoktur herhalde...Aslında kitabın özünü aşağıdaki şu 4-5  cümle özetliyor.

'' Doğanın kendilerine sunduğu ama emperyalizmin ellerinden çekip aldığı servetlerin geçiciliğine ,eğretiliğine inandıran çok acı nedenler vardır''Eduardu Galeano

'' Yoksullukla savaşmak isteyen herkes bir dilenci öldürsün bu iş tamamdır'' Adsız bir kara mizah ustası La Paz/Bolivya

'' Devanın ,derdin kaynağı olan ABD'den gelmesi beni pek bir şaşırtır doğrusu'' Yüzyıl önceki Guetemala'lı Dışişleri Bakanı

'' Gerçeğin ne olduğuna bakmadan onu değiştirmenin sihirli bir formülü yok. Birşeyi değiştirmek için önce onun ne olduğunu görmek gerekiyor. Latin Amerika'daki sorun bu. Onu göremiyoruz,kendimize körüz,çünkü kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırılmışız''Eduardo Galeano

''Yoksulları ,yoksulluğun doğum fazlasının bir sonucu olduğuna inandırmak, başkaldırmaya hazır bekleyen yığınların öfkesini zaptetme çabasıdır bu'' Eduardo Galeano